Gene Sekreterimiz Seyit Aslan’ ın Evrensel Gazetesinde yayınlanan röpörtajıdır.
1 Mayıs’a sayılı günler kaldı. İstanbul’da Taksim Meydanı’nın işçi ve emekçilere bu yıl da yasaklanması, kitlesel kutlama çabalarını zayıflatıyor. İşçiler tartışmaları nasıl değerlendiriyor? Sınıfın birliği ve dayanışmasının alanlara yansıması nasıl olacak? Örgütlenme ve hak arama mücadelelerinin yükseldiği bir dönemde Taksim kararı ya da Türk-İş ve Hak-İş’in Zonguldak ve Konya’da merkezi kutlama yapıyor olması ne anlama geliyor? Önemi artan yerel kutlamalar nasıl güçlendirilmeli? İşçiler, partilerin seçim bildirgelerini nasıl tartışıyor? DİSK’e bağlı Gıda-İş Sendikası Genel Sekreteri Seyit Aslan’la konuştuk.
Serpil İLGÜN
1 Mayıs’a sayılı günler kaldı. Afişler, pankartlar, şehirlerin, kasabaların meydanlarını süslemeye, bildiriler fabrika ve işyerlerinde işçi ve emekçilerle buluşmaya başladı. Toplantılar sıklaştı. Ancak tam da seçim öncesi karşılayacağımız İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü’nde tartışmalar, hazırlık çalışmalarından çok, alan meselesinde yoğunlaşıyor. İstanbul’da Taksim Meydanı’nın işçi ve emekçilere bu yıl da yasaklanması, kitlesel kutlama çabalarını zayıflatıyor. İşçiler tartışmaları nasıl değerlendiriyor? Sınıfın birliği ve dayanışmasının alanlara yansıması nasıl olacak? Örgütlenme ve hak arama mücadelelerinin yükseldiği bir dönemde Taksim kararı ya da Türk-İş ve Hak-İş’in Zonguldak ve Konya’da merkezi kutlama yapıyor olması ne anlama geliyor? Önemi artan yerel kutlamalar nasıl güçlendirilmeli? İşçiler, partilerin seçim bildirgelerini nasıl tartışıyor? DİSK’e bağlı Gıda-İş Sendikası Genel Sekreteri Seyit Aslan’la konuştuk.
1 Mayıs’ın nasıl kutlanacağı konusunda gözlerin çevrildiği bir kent olduğu için İstanbul’la başlayalım. 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama kararı alan DİSK, KESK TMMOB ve TTB’nin yaptığı başvuru beklendiği üzere reddedildi. Taksim kararını ve gelinen noktayı Gıda-İş olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle, Türkiye’nin hiçbir alanının işçi ve emekçilere yasaklanmasının kabul edilemez olduğunu belirtelim. İşçi ve emekçiler tüm meydanlarda kendilerini özgürce ifade edebilmelidir. Taksim ısrarı nereden geliyor? Biliyorsunuz 1977’de bir katliam yapıldı. Bu katliamın sorumlularının bulunmasını, katillerin yargı önüne çıkarılmasını, devletin gizli güçlerinin işlediği bütün cinayetlerinin açığa çıkarılmasını istiyoruz ve bu mücadelede ısrarcı elbette olmalıyız. Bu çok net! Ama bugün meselenin sadece bu olmadığını da görmemiz lazım. AKP Hükümetinin yasakçı zihniyeti, Taksim tartışması üzerinden prim toplama, tabanını bu tartışmalar üzerinden konsolide etme anlayışının bir yanı olarak ortaya çıkıyor. Sendikalar, emek ve kitle örgütleri ne yazık ki birkaç yıldır, AKP’nin yasakçı tutumu karşısında güçlü bir politika geliştiremeyince doğal olarak 1 Mayıs İstanbul nezdinde Taksim Meydanı üzerinden tartışılıyor. Dolayısıyla, 1 Mayıs çalışmasının geniş kitleleri ulaşmasına, taleplerin ifade edilmesine ve yaygın olarak kutlanmasına ket vuran bir tablo ortaya çıkıyor. AKP’nin yasakçı zihniyeti karşısında sendikaların, emek örgütlerinin mutlaka bir alternatif geliştirmesi, bir B planı gerekiyor. Birkaç yıldır Taksim’deki yasak nedeniyle özellikle İstanbul işçi sınıfının ve emekçilerinin 1 Mayısı talepleriyle kutlayamadıklarını görüyoruz. Zaten sınırlı sayıda insan alana gelmeye çabalıyor, bu sayıda her yıl giderek azalıyor.
Dolayısıyla ‘solcuların 1 Mayıs’ı algısı perçinlenmiş oluyor?
Evet, ertesi gün gazetelerde devletle, polisle, sol grupların çatışması vs gündem oluyor. Oysa gündem olması gereken işçi sınıfının çalışma ve yaşama koşulları, aldığı ücretler, geçinme pahasına yaşadığı ölümler. Bunların konuşulması lazım… Onun için de konfederasyonlar ve emek örgütleri 1 Mayıs’ı İstanbul’da işçi sınıfına yaraşır bir mücadele gününe dönüştürme sorumluluğunu almalıdır. Bunun için şu anda bile geç kalınmış değildir.
Somutlar mısınız, nasıl bir alternatif plan yapılabilirdi ve bu gerçekten hâlâ mümkün mü?
Güçlü bir çalışmayla mümkün. AKP’nin yasakçı zihniyetini boşa çıkarmak açısından 1 Mayıs’ta İstanbul’da birçok bölgede kitlesel gösteriler, eylemler yaparak her taraf Taksim haline getirilebilir. Bu alternatif ortadan kalkmış değil. Yeter ki başta konfederasyonlar ve emek örgütleri buna cesaret edebilsin ve böyle bir tutum geliştirsin. Bu yönde çabalarımız devam ediyor.
Cesaret etmeye mani ne?
Cesaret meselesini şöyle anlamak lazım; eğer ortada yanlış giden bir şeyler varsa gerektiğinde geri adım atabilmeliyiz. Geri adımdan kasıt, 1 Mayıs’ta alanlara çıkmamak değil tabii ki. Ancak 1 Mayıs’ın kitlesel kutlanması, taleplerin daha güçlü dile getirilmesinin imkan ve olanakları ne ise bunların ortaya konması lazım. Ne yazık ki 1 Mayıs meselesinde küçük burjuva, sol sekter anlayışın burada ısrarı var. Buna da bir şey söylemek gerekiyor. Bir sınıf örgütünün, bir emek örgütünün hem kendi tabanı, hem de Türkiye işçi sınıfına karşı sorumluluğu vardır. Bu sorumluluğu duyarak hareket etmek gerekir.
Bunu, Taksim çağrısının altının doldurulamadığı, dolayısıyla Taksim’e kimlerle, hangi güçlerle çıkılacağı tartışmaları için mi söylüyorsunuz?
Elbette. Geçtiğimiz yıl bunu yaşayarak gördük. Çok zayıf bir 1 Mayıs oldu. Bugün işyeri temsilcileri de, şube başkanları da işyerlerinde şunu görüyor aslında; işçiler ve emekçiler 1 Mayıs’ı kutlamak istiyor, ancak Taksim’de bir çatışma olacağını bildiklerinden çağrılara yanıt vermiyor. Bu açıdan baktığımızda bugün yapılan çalışmalarla, Taksim kararının altının dolmadığı da açık. Yapılan temsilci toplantılarında da, genişletilmiş başkanlar kurullarında da, 1 Mayıs’ın örgütlenme çalışmasında da bu açığa çıktı. Böyle giderse her sendikanın 1 Mayıs’a getirebileceği asgari sayı bellidir ve bu sayıyı yüzlerle bile ifade edemiyoruz. Sonuç olarak bu durum eleştiriliyor ama özellikle Taksim’den geri adım atma meselesi bir baskılanma yaratıyor, bu baskılanma da ne yazık ki devamında yeniden bu sürecin tıkanmasına neden oluyor. Sağlıklı düşünmek gerekiyor; İstanbul işçi sınıfının, sadece İstanbul da değil, Türkiye işçi sınıfı olarak, 1 Mayıs’ın ertesi gününe bırakacağımız şeyler olmalı.
Taksim kararından hemen sora, AKP medyasında ‘provokasyon peşindeler’ haberleri yer aldı. Seçim süreci için de aynı medya tarafından sık dillendirilen provokasyon ‘uyarı’sına 1 Mayıs’ın da dahil edilmesinin maksadı ne sizce?
AKP ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı siyaset tarzını, özellikle de Cumhurbaşkanı eliyle yürütmeye devam ediyor. HDP barajı aştığında siyasal ortamda meydana gelebilecek değişikliklerden kaynaklı hem HDP’yi hem de tüm demokrasi güçlerini baskılamaya, ayrıştırmaya dönük politikalar devam ediyor. Buna düşmememiz gerekiyor; başta da sendikaların ve emek örgütleri olarak bizlerin… Bugün MİT’iyle, yargısıyla, ordusuyla bir bütün olarak devlet kurumları AKP Hükümeti’nin kontrolündedir. Eğer bir provokasyon olacaksa, bunun kimin eliyle yapılacağı ortada.
Türk-İş Zonguldak’ta, Hak-İş Konya’da, kutlayacak. Bu tablo işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü açısından nereye oturuyor? Bu arada bölünmüş de olsa, bu kutlamaları güçlü kılacak bir çalışma var mı?
Türkiye’de ne yazık ki, sendikal bürokrasi sendika merkezlerine hâkim durumda ve sendikal bürokrasinin şöyle bir derdi yok; işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele gününde hiçbir konfederasyon ayırımı yapmadan, sendikalı-sendikasız ayırımı yapmadan, emek-meslek örgütü ayırımı yapmadan, kadın-erkek ayırımı yapmadan bütün işçi sınıfının ve emekçilerin bir arada olabilmesini isteyecek bir hali yok. Bu, gerçekten işçi sınıfının birliğinden, dayanışmasından ortak mücadelesinden yana olanların yapacağı bir iştir.
Şöyle ifade etmek gerekiyor; bugün Türk-İş’in tabanı da, Hak-İş’in tabanı da, DİSK’in ya da KESK’in, Kamu-Sen’in tabanı da aynı problemleri yaşıyor. Aynı güvencesizlik, aynı ağır çalışma şartları… İş cinayetlerinde ölenlerin konfederasyonları sorulmuyor ya da ücretsiz izne çıkarılan işçinin DİSK’lisi, Hak-İş’lisi aranmıyor. Sorunlarımızın bir bütün olarak ortak olduğunu görüyoruz. Ancak konu ortak mücadeleye, 1 Mayıs’ları ortak kutlamaya gelince özellikle merkezi düzeyde ayrışmalar olduğunu, bu ayrışmaları körükleyen politikaların devam ettiğini görüyoruz. Biz bu anlayışı reddediyoruz. Gıda-İş olarak örneğin Rize’de Türk-İş, Hak-İş, DİSK, KESK ya da Kamu-Sen ayrımı yapmadan çağrı yaptık. İşçi sınıfının birlik ve dayanışma gününün ayrı kutlanmasına hizmet eden her türlü anlayışa karşı olduğumuzu belirttik.
Ne yanıt aldınız?
Hak-İş dışındakiler olumlu yanıt verdi. Lüleburgaz’da keza aynı şeyi yaptık. Başka illerde de üyelerimiz ve sendika temsilcilerimizle bu anlayışı konuşarak meseleyi ele aldık. Türk-İş’in merkezi gidip Zonguldak’ta kutlayabilir ama şunu açıkça söylemeli; biz üyelerimizin olduğu her yerde bütün emek örgütleriyle birleşik kutlamak istiyoruz. Hak-İş de bunu demeli. DİSK bunu söyledi ki iyi bir noktaya geldi süreç bu açıdan. KESK açısından da böyle bir durum var. Çünkü geçmişte İstanbul, İzmir ya da Ankara merkezli 1 Mayıs’lar tartışılıyordu. Bugün geldiğimiz noktayı olumlu olarak görmek mümkün o açıdan. Türkiye’nin her tarafında 1 Mayıs’ın ortaklaşmasına dönük bir temenni vardır, ama bu temenni henüz pratik karşılığını az görüyor. İşçi ve emekçilerin yerellerde sendikal bürokrasiyi aşarak birliği gerçekleştireceklerine inanıyorum.
1 MAYIS ÇOK YAYGIN KUTLANACAK
Gıda-İş olarak İstanbul’da ve Türkiye genelinde 1 Mayıs programınız nasıl?
İstanbul’da, 1 Mayıs günü saat 13’te Divan işçilerinin 1 Mayıs kutlamasını fabrika önünde yapacağız. Fabrika önündeki kutlama için bölgedeki emek ve meslek örgütlerine de çağrı yaptık. Onun dışında Esenyurt, Çağlayan, Kartal, Tuzla ve olabildiğimiz her yerde hem 1 Mayıs günü, hem de 1 Mayıs’tan bir gün önceki bölgesel kutlamaların içinde yer alacağız. Bunların gerçekleşmesi için de çalışmalarımız var zaten.
Bunun dışında Gıda-İş olarak 4-5 ilde 1 Mayıs etkinliklerinin hem çağrıcısı, hem tertip komitesindeyiz. Rize’de, Lüleburgaz’da, Dersim’de, İzmir’de, Manisa’da, Hopa’da çalışmaların içinde olacağız. 1 Mayıs’ın hem genel olarak işçi sınıfı mücadelesi, hem demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi açısından geçen yılı aşan bir noktada olacağını bugünden söylemek mümkün. Bu yıl yerel kutlamaların daha çok olacağı bir 1 Mayıs yaşayacağız, yaygınlıkta geçen yılı aşacak.
Bu neyin göstergesi?
Konfederasyonların merkezi 1 Mayıs kutlama anlayışı artık geride kaldı bana göre, artık bir geçerliliği yok. Tabandaki işçiler de, temsilciler de, şube başkanları da özellikle 1 Mayıs’larda bu tür ayrıştırıcı politikalara karşı tutum alıyor. Geçen yıl DİSK’in, KESK’in, TMOBB ve TTB’nin, Türk-İş, Hak-İş’in yine merkezi kutlama kararları vardı, ona rağmen 122 ayrı yerde kutlama oldu. Bu dönem DİSK, KESK, TMOBB ve TTB “1 Mayıs’ı Türkiye’nin her yanında kutlamak, alanlara çıkmak gerekir. Her tarafta işçi sınıfının birlik, mücadele, dayanışmasını örgütlemek gerekir” şeklinde bir mutabakatları oldu, bunu kamuoyuna da deklere ettiler. Bu tutum, yereldeki birlikteliklerin ve kutlamaların da önünü açmış oldu.
İşçiler birlik ve mücadeleyi geliştirecek, samimi tutum ve kararları sahipleniyor yani…
Bakın buraya gelmeden Divan işçileri komitesiyle toplantımız vardı. Önümüzdeki bir aylık mücadele programımızı, yapacağımız eylemleri tartıştık. Arkadaşların söylediği şu; “Eğer siz olmasaydınız (siz derken bir kişiden değil bir anlayıştan bahsediyorlar) biz bunları yapamazdık. Koç Grubu gibi Türkiye’nin en güçlü sermayesi karşısında sesimizi bile çıkaramaz vaziyetteydik, kaldı ki fabrikanın önüne çadır kuralım. Bunlar hayal edemeyeceğimiz şeylerdi.”
İkincisi, biz sendika olarak işçi sınıfının kendi içindeki demokrasiye inanan bir anlayışı savunuyoruz. Her türlü kararımızı işçi arkadaşlarımızla birlikte alıyoruz. Komitenin seçimi de, yapılacak eylemleri de, her bir meseleyi bütün işçi arkadaşlarımızla tartışarak çözüyoruz. Bu nedenle de işçi arkadaşlarımız buna sahip çıkıyor. Dolayısıyla bizi bir arada tutan şey sendikal anlayıştır, ortaya koyulan tutumdur. Şu sıralar örgütlemeye çalıştığımız 8-10 işyeri var, her yerde bu anlayışla hareket ediyoruz.
TEMAS VE MÜCADELE ÖNYARGILARI DA YIKIYOR
Doğu’dan Batı’ya, Türkiye’nin birçok şehrinde örgütlenme faaliyeti yürüten bir sendikanın temsilcisi olduğunuz için soralım. Seçim nedeniyle şu günlerde özellikle kışkırtıldığı tespitleri yapılan milliyetçiliğin etkisi ve yansımaları konusunda nasıl gözlemleriniz var? İşçilerin Kürt sorunu, dolayısıyla çözüm sürecine yaklaşımları nasıl?
Öncelikle, egemenlerin yıllardır Kürt sorununda da başkaca meselelerde de ortaya koyduğu ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı politikaların işçi ve emekçiler arasında etkili olduğunu söylemek mümkün. Bunların bir anda ortadan kalkması da mümkün değil. Ama örneğin çözüm süreciyle birlikte en azından cenazelerin gelmemiş olmasının, meseleyi daha tartışılabilir, konuşulabilir hale getirdiğini söylemek gerek. İkincisi; Türkiye’de artık şöyle bir noktaya doğru gittiğimizi düşünüyorum. İnsanlar bu meseleleri tartışarak, birbirlerinin haklarına hukuklarına saygı göstererek çözebileceklerini yavaş yavaş görüyor. Birçok yerde MHP’ye oy veren işçilerin son dönemde HDP’ye yaklaşımlarında bir yumuşama olduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla mücadele ile bu tür ayrıştırıcı, bölücü politikaların etkisizleştirilmesi, zayıflatılması arasında doğrudan bir ilişki var?
Kesinlikle. İşçi sınıfı kendi ortak mücadelesini vermeye başladığı anda, bütün bu meselelere de daha farklı bakabilme, daha farklı düşünebilme bilinci gelişiyor. Örneğin ÇAYKUR’daki örgütlenme çalışması için Rize’ye, Karadeniz’e gittiğimizde bölge insanının bize bakış açısıyla bugünkü yargıları arasında büyük mesafe var. DİSK’i solcu, işte PKK’cı, Dev Sol’cu, dinsiz bir anlayış olarak görüyorlardı, böyle propaganda yapılıyor çünkü. Böyle olmadığını, DİSK’in bir sınıf örgütü olduğunu, tabanında farklı düşünceden insanların olabileceğini, Rize’de de başka yerlerde de gördüler. Bunu Türkiye’nin her yerinde az çok temas ettiğimiz her yer için söylemek mümkün.
Birlik, dayanışma ve mücadele… Bunlar, 1 Mayıs’ı simgeleyen üç ana kavram. Önce mücadele boyutunu soralım. 2014’ün 1 Mayıs’ından 2015’in 1 Mayıs’ına geçen bir yılda mücadele cephesinde tablo nasıl?
İşçi sınıfının, genel olarak Türkiye halkının sorunlarının giderek ağırlaştığı açık. Bunun karşısında mücadele eğiliminin giderek arttığını görmek de mümkün. Bugün Türkiye’nin her tarafında sendikal örgütlenme meselesi işçi sınıfının gündeminde. Ağır çalışma koşulları, düşük ücretler, iş cinayetleri, taşeron ve esnek çalışmadan kaynaklı olarak işçiler günler, aylar süren direnişler gerçekleştiriyor. Örneğin hükümetin taşeronu ortadan kaldırmak yerine, taşeronlaşmayı resmi hale getiren yasaları karşısında son birkaç ay içinde 150 bine yakın taşeron işçisi sendikalarda örgütlendi. Bu, Türkiye işçi sınıfının hem birleşme, hem mücadele dinamiklerini bağrında taşıdığını ve bunun giderek açığa çıktığını gösteriyor. AKP Hükümeti güvenlik gerekçesiyle üç grev yasakladı; cam grevi, maden grevi ve metal grevi. Cam grevi 8 günün sonunda yasaklandı. Bu süre boyunca cam işçileri kitlesel olarak grev yerlerinde kaldılar, işverenlerin ürün çıkarma girişimlerini TIR’ların önüne yatarak engellediler. Yine grevleri yasaklamasına rağmen maden işçileri dört gün boyunca grevi devam ettirdi. Grevleri oradaki sendikal bürokrasi eliyle kırıldı. İşçiler birçok şeyi göze alarak bu grevi devam ettirmişlerdi. Yine son metal grevinde grev yasaklandıktan sonra da patronlar işyerlerinde üretime iki gün ara vermek zorunda kaldılar.
Dolayısıyla işçi ve emekçiler bir yandan iktidar ve patronların yasakçı, baskıcı uygulamalarına karşı direnirken, öte yandan da sendikal bürokrasiyle de başa çıkmak zorunda kalıyor. Şu günlerde Bursa’daki Renault işçilerinin mücadelesi de bunun son örneği sanırım…
Evet. Türk Metal’in imzalamış olduğu sözleşme, metal işçilerinin taleplerinden uzak bir sözleşmeydi. Uzak olmasının yanında, sözleşmenin hazırlanma sürecinde, temsilci ve delege belirleme süreçlerinde sendikal demokrasinin işletilmemesi öfkenin giderek birikmesine neden oldu. 3-4 ay önce yine Renault’da 70’e yakın öncü işçi sendikal bürokrasinin işbirliği ile işten atılmasına rağmen bu süreç kesintiye uğramadı ve bugün Renault işçileri, Tofaş işçileri, Bursa’daki pek çok fabrikada çalışan işçiler hem işverene hem sendikal bürokrasiye karşı aynı anda mücadele ediyor. Bu da hükümetin çıkardığı yasalar ne kadar baskıcı bir ortam sağlarsa sağlasın, işverenler işyerlerine ne kadar baskı yaparsa yapsın, sendikal bürokrasi ne kadar güçlü olursa olsun, mutlaka ve mutlaka mücadelenin imkânlarının, dinamiklerinin bir yerden ortaya çıktığını gösteriyor. Renault işçilerinin geçmişten beri hem Bursa, hem de Türkiye’deki metal işçileri açısından hep bir amiral gemisi sorumluluğu ile hareket ettiğini biliyoruz. Ancak ne yazık ki bugün Renault işçilerinin bu mücadelesini -o iş kolu açısından söylüyorum- ileriye taşıyacak bir anlayış ortaya çıkmış değil.
Bu noktada ikinci önemli kavram, dayanışma devreye giriyor. Gıda-İş olarak, Türkiye’nin büyük firmalarına ait fabrikalarda direnişler sergilediniz. Kendi deneyiminizden de yola çıkarak, işçi ve emekçilerin mücadelelerinin güçlendirilmesi ve başarıyla sonuçlandırılmasında önemli faktörlerden biri olan dayanışma tablosu için ne söylersiniz?
Dayanışma meselesi açık ki, bugün işçi sınıfı açısından da sendikal hareket açısından da yeterince örülmüş bir mesele değil. Birçok direniş, eylem kendi başına başlayıp bitiyor.
Biz Ülker’deki 140 günlük direnişimiz süresince, hiçbir konfederasyon, hiçbir işyeri ayırımı gözetmeden, şucudur bucudur demeden, sendikal anlayışımızın gereği olarak, o bölgedeki bütün işyerleriyle bu bağı kurduk. Direnişimize Türk-İş’e bağlı işyerleri de geldi. Kamu sendikalarına bağlı işyerleri de, Ekmek ve Adalet taraftarları da, ülkü ocakları da geldi. AKP medyası hariç, farklı görsel ve yazılı medyadan birçok insan geldi. Liselerden, hatta ilkokullardan kumbaralarıyla dayanışma gösteren öğrenciler oldu. Bu dayanışma, direnişin 140 gün boyunca sürmesinin ve kazanımla bitmesinin en önemli faktörüydü. Dolayısıyla, emek ve sermaye arasındaki mücadelede emekten yana olan herkesin, mücadele içinde olan işçi ve emekçilerin yanında olmalarını sağlayacak politikaları, anlayışı, tutumu geliştirmek zorundayız. Yoksa sekterleşerek, “solculuk” yaparak, “devrimcilik” yaparak bu sorunlar çözülmüyor.
13 Nisan’da başlayan, yaklaşık iki haftalık duruşma süreci sonunda da 15 Haziran’a ertelenen Soma katliamı davasına sendikalar ne kadar ilgi gösterdi? Dünyanın en büyük iş cinayetinin tam da 1 Mayıs öncesine denk gelen davasında, sendikaların ‘Soma davası bizim davamızdır’ sözü ne derece karşılık buldu?
Dediğiniz anlamda bir fotoğraf ortaya konulmadı, bu çok açık. Konfederasyonumuz DİSK ve bağlı sendikaların yöneticileri, üyeleri keza KESK, TMMOB ve TTB Genel Başkanları, yöneticileri duruşmaya katıldılar. Temsili katılım da önemlidir kuşkusuz ancak bu konuda çok ciddi zayıflık var. Türk-İş sanki Soma davası yokmuş gibi hareket ediyor, Hak-İş 301 işçi iş cinayetine kurban gitmemiş gibi davranıyor.
Maden-İş sendikası ortada yok. Ama işçilerin duygusu daha farklı… Ne yapılabilirdi? Davanın başladığı gün bütün işyerlerinde ortak bildiriler, ortak açıklamalar okunabilirdi. Bölge çalışma müdürlükleri önünde dönemin Başbakanı, Çalışma ve Enerji bakanları başta olmak üzere sorumlulara tepki gösterilebilirdi. Davaya daha kitlesel katılım sağlanabilirdi.
ADAY LİSTELERİ DE GÖSTERDİ Kİ SENDİKACILARIN İTİBARI YOK
Yaklaşan seçimler, iktidarın emek düşmanı, demokrasi karşıtı politikalarıyla da hesaplaşmayı, bu politikalardan rahatsız olan işçi ve emekçileri kazanmaya yönelik bir fırsatı da barındırıyor. Sizce bu fırsat ne kadar değerlendiriliyor?
7 Haziran’ın kritik seçim ama mesele sadece AKP değil. Bu düzen sınırları içinde hangi parti iktidara gelirse gelsin, mücadele etmeden sorunlar çözülemez. Bugün Türkiye’deki emek örgütlerinin seçimler konusunda ortak bir paydada buluştuklarını söylemek mümkün değil. Örneğin Türk-İş ve Hak-İş’in, hükümet politikalarının sürdürülmesinde önemli payı var. Kıdem tazminatları meselesi de; Soma, Ermenek, Torunlar ya da asgari ücret, işsizlik gibi meselelerin hepsi mücadeleyi gerektiriyor, hükümete toleransı değil. DİSK’in son başkanlar kurulundaki tartışmalarda, taşeronlaştırmayı sürdürenlere, asgari ücreti düşük tutanlara, demokrasi düşmanlarına, barışa ve kardeşliğe hizmet etmeyenler oy vermeyeceğiz gibi yaklaşımlar oldu, çok açık ki bu seçimde işçi ve emekçilerin talepler ve demokrasi mücadelesi üzerinden taraf olmak gerekiyor.
Partilerin aday listelerinde geçen yıllardan farklı olarak sendikalardan, emek örgütlerinden temsiliyetin gözetilmediğini görüyoruz. Nedir bunun sebebi?
Bugün sendikacıların yeterince itibarı yok maalesef. Farklı çevrelerin temsiliyeti gözetiliyor çünkü hakları, talepleri için mücadele ediyorlar. Çevre hareketinden kadın hareketine bu çeşitli kesimlerin mücadeleleri bir gelişkinlik gösterdi. Ama sendikacılar açısından aynı şeyi söylemek mümkün mü? Binlerce, on binlerce işçiyi arkasından sürükleyen sendikacılar, sendika önderleri olsa, herhalde durum bu olmazdı. Sadece milletvekilliği açısından söylemiyorum, genel olarak bu durumun değişmesi ve sendikacıların, sendikal hareketin sınıfa güven vermesi, onun mücadelesini ilerletecek bir pozisyonda olması gerekiyor.
İŞÇİLERİN KOPUŞU DOĞRU ADRESE YÖNELMELİ
Partilerin seçim bildirgeleri açıklandı. HDP ile başlayalım; HDP’nin bildirgesinde iş güvenliğinden çocuk işçiliğinin yasaklanmasına, mevsimlik işçilerden taşeronlaştırmaya bir dizi düzenleme yer alıyor. Genel hatlarıyla nasıl değerlendirdiniz?
Seçim bildirgelerine işçi sınıfının ve halkın taleplerinin bir yansıması olarak bakılması lazım. Bu açıdan HDP’nin bildirgesinin bu taleplere kısmen yanıt veren bir yanı var. Ama elbette bunları yapmak için, işçi sınıfı ve emekçi halkların gücünü arkana alman lazım. HDP’de bu vurgu var. CHP’de ise yok. CHP “Oy verin biz yapacağız” diyor. Bildirgeyi yazarsınız ama bunun için mücadele örgütlemezseniz o bildirgelerin altı boş kalır, vaatten öteye geçmez. AKP, özellikle CHP bildirgesindeki asgari ücret vs. üzerinden kaynak polemiği yaratıyor, “Nereden bulacaksınız” diye… Bugün Türkiye’nin gayri safi milli hâsılasını elinde tutan yüzde 2’lik grup kaynaktır. Ama siz geldiğinizde vergiyi işçiden, yoksuldan, küçük esnaftan almaya devam ederseniz, zaten değişecek bir şey yoktur.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, özetle, ‘Asgari ücreti 1.500 liraya çıkarttım derseniz, işçiye en büyük zulmü yaparsınız. Bunu işverenin kesesinden vereceksiniz. Böyle bir şey yapılırsa -ki hayalidir- o zaman büyük olasılıkla işçiler ya kayıt dışı çalıştırılır ya da işlerini kaybeder’ dedi…
Asgari ücret 1500 ya da1800 lira da olsa yeterli değil. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı devletin rakamlarına göre 3 bin 500 lira. Siz asgari ücretin bunun yarısı bile olmasına karşıysanız, demek ki insanların açlık sınırında yaşaması için politika geliştirmeye devam edeceksiniz.
Hükümet zaten 13 yıldır hep patronlara hizmet etmiştir. 20-29 yaş arasında çalışan genç işçilerin sigorta primini devlet ödüyor. Bugün sanayinin önemli bir bölümünün genç işçilerden oluşmasının nedeni budur. Patronlar neden 30 yaş üstü insan çalıştırsın? Hem genç işçinin enerjisinden faydalanıyor, hem de sigorta priminden kurtuluyor.
Bugün gerçek anlamda asgari ücret patronlar açısından 1000 lira değildir; sigorta primini, teşvikleri, vergi aflarını vs. düşündüğünüzde patronların cebinden çıkan 600 liradan fazla değil. Türkiye, iş gücü maliyetlerinin en düşük olduğu ülkelerden biridir. 30 yıldır çalışan bir hala asgari ücret alabiliyor, düşünebiliyor musunuz? Demek ki ülkede işçi ücretleri artmıyor. Kamu emekçilerini saymazsak, Türkiye’deki ortalama ücret, asgari ücretin 100-200 lira üzerine çıkmaz. Bir taraftan patronlara her türlü teşviki vereceksiniz, kayıt dışı çalışmayı özendireceksiniz, sonra da kalkıp diyeceksiniz ki asgari ücret 1800 olamaz! Zaten yüzde 50’si kayıt dışı. Bakanlığın kendi rakamları var; 22 milyon çalışan iş gücünün 11 milyon 900 bini sigortalı olarak gözüküyor. Vergiyi kimin kaçırdığı, verginin kimden alınması gerektiğini ortaya koyuyor bu.
AKP politikaları işçiler arasında geçmişte olmadığı kadar sorgulanıyor. “Bunca yıllık AKP iktidarında değişmeyen bir tek şey var, çalışma koşullarımız ve ücretlerimiz” diyorlar. Ama alternatif güçlü çıkmazsa bu sorgulama ve kopuş zamana yayılır. Bizim şu anda işyerlerinde örgütlemeye çalıştığımız temel talep ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi. İşçi şunu söylüyor; “Ben asgari ücret alıyorum, yetmeyince 4 saat mesaiye kalmaya başladım, bu da yetmedi ek iş aramaya başladım!” Dolayısıyla, bu sorgulamanın doğru adrese gitmesi önemli. Türkiye’deki emek ve demokrasi güçlerinin sınıf düşmanı, emek düşmanı politikalar karşısında doğru adresi ortaya koymaları gerekir.
İşçi ve emekçilerin genel olarak memleket meselelerine ilgi göstermediği yönünde bir algı söz konusu. Ancak aktardıklarınız bu algının doğruluğunu tartışmaya açıyor. Ne dersiniz?
Bir kere işçi sınıfının politikaya ilgi göstermediği doğru değil. Gittiğimiz her yerde işçilerle tartışırken bunu görme imkânımız oluyor. İşin şu tarafı var; seçim dönemleri işçilerin fabrikadaki birliğinin bozulmasına ya da kutuplaşmalarına neden olabilecek şeyler de ortaya çıkarıyor. Sınıftan yana bir politika ortaya konduğunda ancak bu ayrışmalar ortadan kalkabilir. Örneğin kabaca “AKP’ye oy vermeyin” demek başka bir şey, AKP’nin iş cinayetlerinden asgari ücrete, sendikal hak ve özgürlükler meselesinden kadın cinayetlerine 13 yıllık politikalarını tartışmak başka bir şey. Kaba propaganda, işçiler arasında etkili olmadığı gibi ayrışmayı körüklüyor. Sınıf politikasını savunan kesimlerin, seçim çalışmasında bunlara özellikle dikkat etmesi gerekiyor. Anlaşılır, sade ve hedefini bulan bir yaklaşımla işlerin kolaylaştığını görebilirler.